The Cakemaker (2017) – Pastacı



The Cakemaker (2017)
Pastacı


Aşk seni bırakmaz, ölüm bile girse araya bir şekilde arar bulur gelir yanında bitiverir. Bunun sırrı daha çözülemedi belki hayatın tek kaynağı yegane enerjisi bu olduğundan olsa gerek… Eh o zaman en iyisi sır olarak kalması belki de… Ben böyle düşündüm filmi izledikten sonra… Sabahattin Ali’nin dediği gibi “Aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir.”


Filmden bir adamımız Oren; karısı ve oğlu İsrail’de yaşıyor ama iş için ayda bir iki defa düzensiz zamanlarda Berlin’e geliyor. Gerçi aslında esas adamımız Thomas; anasını belki hiç görememiş babası da küçükken onu terk etmiş bir yalnız. Berlin’in bir köyünde fırını olan büyükannesi onu büyütmüş. Tek dostu hamuru. Thomas büyükannesi öldükten sonra Berlin’de bir cafe fırında çalışmaya başlar. Tesadüf bu ya Oren Berlin’e her gelişinde bu cafeye uğramaktadır. Böylece Thomas ile Oren tanışırlar. Öyle bir aşk doğar ki… Gerçek aşklar sınır tanımazmış. Aşk aşkı doğurur adeta. Fena fecir yani. 


Filmin afişini görünce konusunun üçlü bir aşk hikayesi olduğunu düşünmüştüm. Nedense hiç hazzetmem klişe üçlü aşk hikayelerinden. O nedenle filmi merak etmekle birlikte bir türlü elim gidip izlemedim (bir de tabi asya bl dramaları pandemisindeyim elbette). Meğer bu afişin anlamı başkaymış. Belki yine üçlü aşk ama konu çok özgün yani klişelerden pek uzakmış sanki. Ama ne olursa olsun yasak aşklar iyi meyve vermez, bu düşünce bir batıl inanç gibi bende yer etmiştir çocukluğumdan beri. Ama gönül ferman dinlemez bu da malum. Sonuç da ne olur bilinmez… 


Benim için en temelde filmler üçe ayrılır. İlk on ile otuz dakika arası kapattıklarım. Bitse de kurtulsam diye bir nedenle, bir yanını beğendiğim veya merak ettiğim için sonuna kadar izlediklerim. Bir de hiç bitmesin diye durdura durdura, sevdiğim bir müzik açıp ya da filmin orijinal müziği varsa onu açıp düşüne taşına seyrettiklerim. İşte The Cakemaker - Pastacı bu son kategorideki filmlerden biriydi benim için. Çok duygusal ama öyle alışılagelen türden değil; derinlemesine ve çok evsaflı bir hassas duyarlık içeriyor.


Alman - İsrail ortak yapımı bir film bu. Bazı komplo sever siyaset tarihçileri İkinci Dünya Savaşı öncesi Aşkenaz Yahudileri ile Alman’ların birlikteliğinin müthiş meyveler vermesi üzerine bu durumdan korkan bazı güçlerin Hitler’i iktidara getirerek bu evliliğin dibine kibrit suyu döktürdükleri iddiasını ileri sürerler. Bu filmi izlerken ne alakaysa bu aklıma geldi hep. Kadim bir ortadoğu kültür halkı olan Yahudiler ve Asya’dan Avrupa’nın içlerine dalan savaşçı Germen kabileleri. En benzemezlerden doğacak melez çocukların eşsiz güzelliği. Yahudilerle Almanların aşk nefret ilişkisi yani.


Berlin’de yaşayan Yahudi yönetmen Ofir Raul Graizer çok güzel bir ilk uzun film çekmiş senaristliğine de kendi yapmış. Bu başarı da tanınmamış oyuncuların payı da büyük. Planlar arası geçişler çok değişik ve merak uyandırıcıydı. Mekânlar Berlin ve Kudüs’ten. Kudüs’ü görmedim ama Berlin çok sevdiğim sade ama tam bir şehir. Az nüfusuyla küçük ama çeşitliliği ve zengin içeriği ile büyük. Hemen çoğu Alman şehri gibi yani. Mühendis bir millet Almanlar. Parkları mimarisi ve elbet pastaneleri harikadır. Bizde sanılanın aksine Almanlar domuz etinden çok hamur işine pek düşkündür.


Filmin en güzel taraflarından biri, bütününün dingin bir hareketlilik içermesi. Naiflik ile heyecan iç içe demek istiyorum yani. Ve aşk bu kadar güzel anlatılır hele de cinsiyet farkı gözetmeksizin. Bu kadar inceliklisine ben en azından bugüne kadar rastlamadım. Müthiş bir anlatım gücü yakalamış yönetmen ve teknik ekip. Ara sıra uzun süren planlar insana anlama ve düşünme fırsatı veriyor. 


Güzel görüntülerin fonunda ise; Dominique Charpentier’in özgün harika müziği de alıp götüyor insanı. Oyuncular o kadar sade ve gerçekçiler ki. Hele Thomas rolünde ki Tim Kalkhof ve Anat’ı canlandıran Sarah Adler çok çok iyiydiler. Bir de Oren’in annesi karakteri çok sıra dışıydı. Çünkü Thomas’ı ilk gördüğünde her şeyi anlamış gibiydi. Ve daha ilginci bu durum hoşuna gidiyor gibi bakıyordu. Oren’in oğlu Itai’nin bakışlarında da aynı gariplik vardı sanki. Aslında tüm oyuncular uyumlu ve harikaydı. Böyle olunca ne denir? Festival filmlerinden hoşlanıyorsanız balıklama dalın derim…

Ne kadar çok insanı seversek, asıl sevdiğimiz bir tek kişiyi de o kadar çok ve kuvvetli severiz. Aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir.
Kürk Mantolu Madonna ~ Sabahattin Ali




tt4830786


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Night Flight (2014) - Ya-gan-bi-haeng

Brotherly (2008) - Kısa Film

Stikk (2007) - Sting - Kısa Film